20 Ağustos 2010 Cuma

'ego'kent / bölüm4:sigara molası

7 dakika gecikecekti ilk tramvay vatmanın yersiz sigara molası yüzünden. İçindeki doğulu çekiştiriyordu kendinden yana, "Ne hal geldi acaba tramvayın başına?" diyerek. Diğer yandan batılı hesap sormaktan çekinmiyordu attığı her adımda günün ilk ışıkları durağı boyarken.
03.08.10 , 05:50

5 Ağustos 2010 Perşembe

'ego'kent / bölüm3:kElİmElEr

adımlarını sıklaştırmış, harften harfe atlamaktaydı. Kendine sinirlendiği anlar dışında sakin bir şekilde volta atmayı alışkanlık haline getirmişti kafasında dönüp dolaşan kelimelerde. Başkaları tarafından söylenmiş olması onları önemsiz kılmıyor; aklına düşmesi bu sürecin başlaması için yeterli oluyordu. An gelir harfleri incitecekmişcesine yürürken kelimenin üzerinde o kadar yükselir ki kendisini Babil Kulesi'nin tepesinde hissetmekten alıkoyamazdı. Aksine hırsını harflerden çıkartmaya başladığındaysa, kelimenin ağırlığı altında Atlas rolüne soyunurdu. Bu ayrık uçlar arasındaki ortak nokta, bazen kulağına fısıldanan bazense çok sert bir duvarmışcasına karşısına çıkan kelimeydi: Ego...
27.07.10 , 13:12

16 Temmuz 2010 Cuma

'ego'kent / bölüm2:'duman'sız hava sahası

yürürken biraz olsun yükseldiğini hissetmesinin nedeni: Zeminle arasına kısa bir süre önce girmiş olan dumandı. Kaldırımlarda iz bırakmadan ilerleyişini dumana mı borçluydu ya da bir an olsun iyi/kötü iz bırakmıyor olmayı kısmen yok olmaya denk tutmuş; daha da kötüsü bundan memnun olmuş olabilirdi. Betondan biraz uzaklaştığı anlarda doğanın mükemmelliğine daha çok inandığını hissediyor; bir şaman olduğunu düşünüyordu. Diğer yandan kilisenin önünden geçerken biraz Hristiyan, ezan sesi duyduğunda biraz Müslüman gibi hissettiğini hatırlamak onu bu öykünmeden söküp aldı. Yağmur çiselemeye başladığında şehrin gürültüsüne dayanamayıp, kendi "güzel gürültü"sünü dinlemek için kulaklıklarını aramaktaydı. Eğer huzur denilen şey varsa, şu an ondan kopup gelmiş olmalıydı: Ayaklarının altından giderek azalmasından hayıflandığı, onu şehirden soyutlayan duman / "güzel gürültü" - Idioteque / ahmakıslatan... Parça değişmekteyken ayakları yere basmaya başlamış, şehrin bir parçası olmanın verdiği huzursuzluk huzurun yerini almıştı. Kim demiş 'duman'sız hava sahası daha sağlıklı diye?!..
28.06.10 , 15:17

6 Nisan 2010 Salı

'ego'kent / bölüm1:inşaa

an damlacıkları mağarasındaki sarkıtlardan düşüp -di'li geçmiş zaman dikitlerini oluştururken, zamanın kaybolduğunu düşünüyordu. Yüzyıllar boyunca kafasında yer edecek bir şeyle uğraştığının farkında değildi. Sırtüstü yatmakta olduğu büyük, soğuk kayada doğruldu. Hemen sağında duran kendi yaptığı el aletini aldı. Gözüne kaçan toz parçalarına aldırmaksızın sarkıtları yontmaya başladı. Zamanı kendince bir forma soktuğunu zannederken, anbean değişen mağarasının daha sonra tanımlamakta zorlanacağı bir şekle bürüneceğini tahmin edemezdi. Daha düzgün geometriye sahip bir forma... apartman dairesine... Üst üste yığılmış mağaraları andıran apartman dairelerinin oluşturduğu yapıyı tanımlamak için kullanacağı kelimeyi ise çoktan seçmişti: Şehir...
05.04.10 , 11:36

5 Ocak 2010 Salı

schengenland

hemen hemen herkes çantasını toparlayıp kısa süreliğine de olsa kurtulmak ister rutin bir hal almış hayatından. Tercihen rota başka bir ülkedir. Seçim aşaması oldukça sıkıntılıdır. Ne de olsa bu şansı en doğru şekilde değerlendirme çabasından doğal bir şey yoktur. Gidilecek yer şeçiminden sonra bilgi toplama süreci başlar ki turist rehberlerine, internet sayfalarına, önceden o ülke ya da şehirde bulunmuş kişilere danışma ile harmanlanan bir bilgi yığınıdır. An gelip ayak basıldığında kişi için henüz bilinmeyen topraklara, yolculuk sırasında hissettiğinin aslında o kadar da büyük bir heyecan olmadığına kanaat getirir. O an insan farklı hissetmeye başlar ta ki geri dönüş yolculuğu başlayana değin. Artık etrafını keşfetmeye başlayan bir çocuk kadar heyecanlı ve meraklı, deneyinin son safhasında çalışmakta olan bir bilimadamı kadar dikkatlidir maruz kalmaya başladığı yeni kültüre. Diğer bir deyişle yeni olan her şeye...

Fakat hayat yön göstergelerindeki gibi net olmadığından, gezen kişi farkedecektir ki önceden yapılan gezi planı kah sohbetlerine doyum olmayan bir yerliyle, kah rehberinin detaylı anlatımı beğenilen bir gezi grubuyla sekteye uğrar. Yoldan birisini çevirip neyi nerede en iyi şekilde yiyebileceğiniz sorgusu sizi gezi rehberinde yazılı olanların satır aralarına götürecektir. Bilindiği zannedilenler arasındaki bilinmezlikten doğan gizemdir gezmeyi çekici kılan.

Rotasını Avrupa olarak çizmiş kişi içinse, sahip olduğu en geniş 2.yüzölçümüyle "Schengenland" önemli bir yer alıyor. Özellikle içerdiği 24 ülke arasındaki serbest dolaşım hakkı önünüze ülkelerden oluşmuş kocaman bir seçenek yelpazesi sunuyor. Bu geziyi en uygun bütçeyle en etkin şekilde tamamlamanın anahtarı ise: İnterrail... Schengen ülkelerindeki 2.sınıf trenlerde sınırsız kullanım hakkıyla, kuşetlerde derin sohbetlere dalabilir böylelikle yolculuk stresi çekmeden kendinizi varmak istediğiniz noktada bulabilirsiniz: Yeni keşif noktanızda...
05.01.2010 , 04:57

not: görsel Y.Emre Saygılı'ya aittir.

14 Ağustos 2009 Cuma

sessiz çığlık

fazla...
Daha fazla...
Daha da fazlasını istediler. Ne yazık ki kendilerine sunulan kara parçalarıyla yetinmeyip denizleri kayalarla doyururken kendilerine suni topraklar oluşturdular. Ne için? Modernleştikçe yalnızlıştıklarını akabinde arkadaş olsun diye takıntıları yarattıklarını unutup 'deniz manzaralı yalnızlıklar'a sahip olmak için!... Doğa her zamanki sakin ama kendinden emin tepkisini gösteriyor makineleriyle topyekün üstüne gelmekte olana. Sessiz fakat etkili bakmakla yetinmeyip görmeye çalışanlar için...
14.08.09 , 20:52

not: görsel Y.Emre Saygılı'ya aittir.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

ölüm diyarının ulakları

her adımında toprağı kanıyla sularken nereye gittiğini bilmiyordu. Yerçekimi sanki canını yakmaktan kaçınırcasına yavaş yavaş alıyordu hayat sıvısını bedeninden. Bir saati aşkındır zifiri karanlıkta yürüyordu. Vücudu uyuşmaya başlamıştı; artık çok fazla vaktinin kalmadığını biliyordu. Sonunun ne olacağını pek umursadığı söylenemezdi fakat yürümeye başladığı andan beri tepesinde dolanan karga sürüsüne mana veremiyordu. Ne zifiri karanlık ne de yaklaşmakta olan ölüm önemliydi. Artık adım atamayacak kadar kendinden geçmeye başladığında oturmak istedi ama yapamadı. Öylece ayakta dikiliyor; ayaklarını hissetmiyordu. Ve sanki yukarıdan gelen yaşam onu aşağıdan yukarıya doğru terkedecekti. Geldiği yoldan... Zorlukla hareket ettirebildiği başını gökyüzüne çevirdi. Dolunay karanlık bir sokaktaki cılız bir lambayı andırıyordu. Bulutlardan ayı tam olarak göremese de yıldızlar net olarak seçilebiliyordu. Böyle bir gecede öleceği düşüncesinin keyfini yaşadı kısa bir süre. Sürüden ayrılan bir karganın kendine doğru geldiğini görünce kaçıp gitmek istedi. Yapamadı. Her kanat çırpışında korku dolmaya başladı boşalmak üzere olan damarlarına! Kollarını da artık hareket ettiremediğini farkettiğini düşündüğü karga omzuna kondu. Dağılan bulutlar ay ışığının karganın simsiyah, parlak tüylerini görünür kılmasını sağladı. Acaba ölümün rengi olan siyah karganın tüyleri kadar parlak ve etkileyici miydi? Acele etmeden kanatlarını temizleyen kargayı izlerken, birden hakikatin bekçisinin gagasından dökülmeye başladı tümceler:

Ey ayaklarından yeryüzüne kollarından gökyüzüne çarmıha gerilmiş bir hayat süren ademoğlu!
Kanının son damlası toprakla buluştuğunda kök salacaksın
Ve yaşamaya devam edeceksin diğerleri henüz bilmeseler de
Kendi içindeki hakikati görmeye çalışmaktansa zamanın hatalarına yenik düşen sen,
Merak dürtünü değersiz uğraşlarla törpüleyen sen,
Ataletten keyif duyan sen,
Bekleyeceksin.
Hemen buracıkta,
Hep burada,
Bekleyeceksin.
Sadece tek bir kuşun dallarına konmasını ve sana hayatı şakımasını dileyeceksin
Farkına varmaktan kaçındığın
Artık onsuz ebediyen yaşayacağın
Hayatın özlemiyle kuruyacaksın.

Bulutların tekrar ayın önünü kapamasıyla karganın kanatları parlaklığını yitirmiş, söz bitmiş ve sürünün geri kalanı da dallara tünemişti. Farklı yönlere bakıyor, sürünün ne tarafa gideceğini kestirmeye çalışıyorlardı. Diğer bir deyişle yürüyüşe çıkmış birisini seçmeye çalışıyorlardı zifiri karanlıkta...
04.08.09 , 05:11

not: görsel Merve Özkütük'e aittir.

19 Temmuz 2009 Pazar

harflerin en seslileri

Bir dönem dairenin her önemli evrağı elimden geçerdi ta ki bilgisayar denilen kendini beğenmiş devre yığını gelene kadar. O geldikten sonra yavaş yavaş bir kenara doğru itildim. Önceleri durmaksızın on parmak kullanılan daktilo gitmiş, yerine nadiren bilgisayar boş değilse ayak sürüyerek kullanılan, antika adledilen ben kalmıştım. Kim bilebilirdi ki meraklı bir çocuğun bana hayatımın ikinci şansını vereceğini?

Babamın işyerine ilk kez gideceğim için heyecanlıydım. Acaba evdekiyle işteki hali birbirine benziyor muydu? Aradaki farkı anlamam uzun sürmedi. Derneğin sürekli gelip giden üyeleriyle o kadar meşguldü ki elime birkaç kağıt verip küçük odadaki daktiloda bir şeyler yazabilme iznini soluklanırken verebildi.

Odaya girdiğinde boş boş dolandı bir süre. Sıkılınca ses çıkarmamaya gayret ederek sandalyeyi çekip oturdu. Odanın ona yabancı oluşu neredeyse boş olmasına eşdeğerdi. Sonrasında tedirgin ama sert bir şekilde E tuşuma bastı. R, D, E ve M onları izledi. Birkaç saat boyunca anlamlı anlamsız sözcükler yazdı. Belli ki yabancısı olduğu tuşlarımla tanışma sürecini hızlı geçmeye kararlıydı. Yüzünde beliren anlık tebessümdü unutulup, bir köşede çürümeye bırakıldığım hissini bertaraf eden. Adının Erdem olduğunu sonradan öğrendiğim bu çocukla tanışmam böyle oldu.

Ne zaman babamın işyerine gitsem artık sormaksızın daktilonun başında buluveriyordum kendimi. Çıkardığı sesleri mi yoksa yazı karakterini mi sevdiğimi bilmiyordum. Sadece o küçük odada daktiloyla geçen zamanın farkına varamıyordum.

10 sene sonra...

Erdem uğramaz olunca büsbütün yalnız kalmıştım. Dairedeki varlığımla yokluğum birdi. Kendimi imha edebileceğim bir tuşum olsa tereddüt etmeksizin basardım. Bir gün apar topar kutuma kaldırıldım. Hiç şüphe yok ki kutum tabutum olacaktı; içinde bakımsızlıktan her geçen an çürüyecektim. Bir yere götürülüyordum ama nereye? Gerçi kullanılmadıktan sonra bu sorunun önemi var mıydı?

Hangi arada kutudan çıkardığımı hatırlamıyorum lakin merakım yerini daha büyük bir şaşkınlığa bıraktı: Bu babamın işyerinde çocukken kullandığım ilk ve tek daktilonun ta kendisiydi.

Bir daha açılmamak üzere üstüme kapanan kutumun kapağı açıldığında yüzündeki gülümsemeden tanıdım onu. Neredeyse tanınmayacak kadar değişmiş ama tebessümünü çocukluktan yetişkinliğe taşıyabilmişti. Hiç vakit kaybetmeden teker teker tuşlarımı denemeye başladı. Her tuştan sonra odada sesin yankılanmasına izin veriyor ve sonrakine geçiyordu. Hepsinin çalıştığından emin olduktan sonra bana masasında yer verdi. Artık bir masa lambasına komşuydum ve daha da önemlisi özgürdüm. Meğer çocuğun bana sunduğu ikinci şans parçalıymış. Odada bir bilgisayar olmasına rağmen, karalamalarını ilk benimle temize çektiğinden varlığını umursamıyorum. Sanırım beni kıskanıyor!... Buluşmalarımızda masa lambasıyla bana birkaç fincan kahve zaman zaman eşlik ediyor ve bir de Erdem'in ağırlaşıp tuşlarıma harf harf düşen düşünceleri.

Karalama kağıdındaki düzensizliği daktilonun rahatlatıcı ritmi ve kahve kokusuyla gidermeye çalışıyorum. Başkalaşımını tamamlayan sözcükler beyin zarımı yırtarak daktilonun üzerine düşüyor. Sesleri odada yankılanırken dışarıdan farkedildiği muamma olan gülümsemenin yüzüme yayıldığını hissediyorum fazlasıyla tanıdık bir o kadar yabancı gelen...
12.07.09 , 18:44

not: görsel Tamer Köşeli'ye aittir.

29 Haziran 2009 Pazartesi

biçare bekleyiş

vakti geldiğinde kapatılmıştı sessiz sedasız. Önceleri dışarısının nasıl göründüğüne cevap verirken, uzun süredir iç tarafında gizemi barındırmakta. Tozlanmaya bırakılmış anıların davetini duyan yoktu ki hiç kimse köhne yapıya her an yıkılabileceğinden korkarak yaklaşamıyordu. Hem başarsalar da bu fısıltıyı duyacak kadar duyarlı oldukları meçhuldü. Hatıraların sürekli yinelenen fısıltılarına kulak tıkayamayan pencere, iletilmesine engel olduğunu düşünerek anbean yıpranıyordu. Dışarıda değişen hava koşulları ile içerideki değişmezlik arasında hapsolmuştu. Ufak bir cesaret kıvılcımı ile pencereye uzanarak hem güneşin anıların tozunu silmesini sağlayabilir hem de içeride ne olduğuna dair merakını giderebilirsin ya da kararsızlığının seni edilgen-etken ikilemiyle yıpratmasına izin verirsin pencere gibi...
28.06.09 , 19:48

not: görsel Y.Emre Saygılı'ya aittir.

26 Haziran 2009 Cuma

yanılsama

her buluş gibi yankı yaratmıştı. Kimi arkasına geçip ardında klasikler bıraktı; kimi önünde yıldızlaştı, ününe ün kattı. Yorum farkından kaynaklanan yersiz kullanımlardan kamera da payına düşeni aldı. 'Webcam'ler uzaktakileri yakınlaştırırken, bazıları için sohbet ettiği kişinin iç çamaşırının rengini öğrenmekten öte değildi amacı. Oldukça hızlı üreyen insanoğlunun güvenlik sorunlarına da çare olacağı düşünülen kameralar hızla kuşatmaya başladı bankaları, şirketleri, mağazaları. Ve ardından mobeselerle meydanlara da birer göz yerleştirildi. Birisi aklınızın bir köşesinde şu tümcenin ayyuka çıkmasını ısrarla istiyordu: Biri bizi gözetliyor!... Her yerde gözetleniyor olmanın verdiği 'güven'le huzur içinde yaşamalıyız; fakat ya kameranın arkasındakileri kim gözetliyor? Nasıl bir iç denetleme söz konusu? Ve bizi tamamen kuşatmaya başlayan kameraların kişisel alanlarımızı ihlal etmediğinin veya etmeyeceğinin güvencesi ne olabilir? Yeni kanunlar mı, yoksa yeni kameralar mı? Şimdi bu yanılsamadan bihabermiş gibi 'daha güvenli' olduğunu düşündüğün soldaki caddeden evine gideceksin belki de istemsiz...
27.06.09 , 01:41

not: görsel Y.Emre Saygılı'ya aittir.

19 Haziran 2009 Cuma

ojeli imitasyon

ve Tanrı Havva'yı yarattı. Böylelikle Havva'nın görevi başladı: Adem'e aşkı öğretmek... Yalnızlığın tozunu silebilen bir büyüydü aşk; fakat günbegün kalabalıklaşan, farklılaşan ve 'özgürleşen' ademoğullarıyla havvakızları her kavramın olduğu gibi aşkın da içini boşaltma girişimlerinde nihai sonuca ulaştılar. İçindekini anımsatması içinse aynı renkle kontur çektiler, kişisel bir sanrıya dönüştürmekle yetinmedikleri gibi. Artık her şey gibi 'aşık olmak' da daha kolaydı. Sakın korkmayın, siz de yapabilirsiniz. Oje ve aseton kullanmayı bilmeniz yeterli...
19.06.09 , 12:49

not: görsel Y.Emre Saygılı'ya aittir.

1 Mayıs 2009 Cuma

giydirilen otorite

hava oldukça sıcaktı; elbiseleri neredeyse terden üzerine yapışmıştı. Bunlardan kurtulup daha rahat oynayabilmek için çıkartıp çimenlere bıraktı öylece. Sadece iç çamaşırı vardı üzerinde. Devam etmesi gereken bir oyun ve bir nebze daha az hissettiği sıcak... Özgürce çocukluğun keyfini çıkarırken, bir gölge belirdi önce. Sonrasında buyruklar çıkıverdi gölgenin ağzından. Oyuna bir son verip çabucak giyinmesini salık veren birkaç tümceydi duyduğu. Karşısında bir anda beliren otorite karşısında itaat etmekten başka bir şey yapamadı. Her ne kadar istemese de usulca giyindi. Fıskiye çimenleri sulamaya devam ederken, çocuğun korkudan unuttuğu topu giydirilen otoriteden sıyrılmayı başarmış oyun arkadaşını kımıldamadan beklemekteydi...
23.04.09 , 13:18

not: görsel Dilek Savaş'a aittir.

17 Nisan 2009 Cuma

gülümseyin, çekiyorum!...

12 milyonu aşkın insan için 12 milyonu aşkın tanımı var şehr-i İstanbul'un(hayatın). Sürekli hareket halinde milyonlarca parça bir mozaiğe ait: Kendilerini bu devinim içinde bulan ya da sonradan kendi isteğiyle dahil olan. Otobüslerde, meydanlarda tıklım tıklım yalnızlık kokan insanlar... Akıntıya kapılan sorgulamayı o an unutuyor. Nereye gidiyor, neden gidiyor unursamıyor çünkü zaman unutkanlık tozu serpiyor her gece uyumadan üzerlerine. Sabah erken kalkıp gidilecek okulları ya da işleri var; kısıtlı zamanlarda nefes alacak teneffüsleri ya da öğle yemekleri var; ve vaktinde yetişmeleri gereken birçok iş veya yer var. Ne yazık ki bütün bu "var"lıklar arasında bulunduğu yerin güzelliğini durup özümsemekten yoksunlar. Bu karşı koyulmaz görünen hıza samimi bir göz kırpma bile güzelliğini gerçekten görmek için yeterli olacaktır. Ara sıra fotoğraf makinesine öykünüp hayatımızdaki güzellikleri belgelemeliyiz farkındalığımız adına. Kuşku yok ki doğru ışığı ve açıyı yakalamak her zaman mümkün olmayacaktır; fakat bunu başardığımızda çevremizde akan her ne ise ondan ayrılıp bütün güzelliğiyle gülümseyecektir İstanbul(hayat)...
18.04.09 , 02:11

not: görsel Dilek Savaş'a aittir.

13 Nisan 2009 Pazartesi

kış uykusu

huzur içinde uyuyacaktı toprak ana üç ay boyunca. Doğaya kendi devinimini sağlayacak enerjiyi vermiş ve kısa bir süreliğine inzivaya çekilmişti bir kenarda. O uyurken doğa koşulları çetinleşecekti: Nehirler donacak, yeryüzü kısmen beyaz örtü altına saklanacak ve baharı bekleyen sabırsız insanlar yetiştirecekti bu süreç. İlk cemre havaya düştüğünde, gözlerini açacaktı toprak ana. Yokluğunda olup biteni gözlemleyecekti olanca bilgeliğiyle. İkinci cemre düştüğünde suya, yerinden doğrulacaktı bütün heybetiyle. Ve üçüncü cemre düştüğünde toprağa, baharın ilk dansını yapacaktı bütün zerafetiyle taklit edilmez bir ezgiyle. 1, 2 ve 3... Müzik başlasın!...
13.04.09 , 02:39

not: görsel Dilek Savaş'a aittir.

12 Nisan 2009 Pazar

iki dudak arası sessizlik

ramak kalmıştı ağzından kaçırmasına. Günlerdir dışarıya çıkmıyordu. Sakladığı sırlarla beraber öylece sorguluyordu gerçeği kendi karanlığında. Siyah ve beyaz kadar katıydı kendine karşı. Gerçeğini inşa ederken kendi içinde disiplinin sürekliliğinin gereğine inanıyordu. Bazen çok katı olabiliyordu şu anki gibi. Gölgesi çıkıp haykırmak istedi kendisinden başkasına söyleyemediklerini. Gülümsedi sakince ve ona onsuz hiçbir yere gidemeyeceğini hatırlattı. Israr edince, sadece "Şşşşş!..." deyip susturdu usulca.
12.04.09 , 01:37

not: görsel Dilek Savaş'a aittir.

30 Mart 2009 Pazartesi

sema

"sürekli yukarıya bakanların ya burunları havadadır ya da her şeyi gökten beklerler." Her ikisinin de aksine yer ile gök arasındaki ilişkiyi anlama yoluna baş koymuş, bu yolda aşkla kavrulmuş olan semazen, ruhu bedeninden ayrılırken dahi bildiği doğrudan vazgeçmedi. Kimbilir belki de zamanı geldiğinde, semaya kaldığı yerden devam edebilmek için bozmadı pozisyonunu taş kesilirken bedeni...
27.03.09 , 06:28

not: görsel Bengü Özövgü'ye aittir.

var mısın mahalle maçına?

topu eline alıp sokağa fırlamak istiyor insan. Hazır sokakta yürüyenlerin, geçmekte olan seyyar satıcıların, topu kesmeye yeltenen amcanın, balkondan çok gürültü yapıyoruz diye su döken teyzenin yerini sessizlik almışken... Topu duvarlara vura vura koşturmak ne güzel olurdu hem de rüzgara karşı çocuksu bir özgürlükle, akşam ezanı ulak olup bizi eve çağırana değin...
27.03.09 , 06:04

not: görsel Bengü Özövgü'ye aittir.

hay aksi!...

sandallar sözleştikleri yerde toplanmışlardı. O kadar dingin ve huzurluydu ki her şey... Bir an beklenmedik bir şey olacak ve olağandışı görününen bu dingiliğin yerini alacak gibiydi. Kimbilir, belki de sandallar yakında bir fırtına sezmiş ve birbirlerine göz kulak olmak için toplanmışlardı. Bu durum gökyüzünün bile dikkatini çekmiş anlaşılan. Baksanıza sandallara öykünen gri bulutlar var oracıkta. Sanki roller değişmiş: Su gökyüzünü taklit etmekten yorulmuşta gökyüzüyle aralarında görev değişimi olmuş...
27.03.09 , 05:57

not: görsel Bengü Özövgü'ye aittir.

19 Kasım 2008 Çarşamba

hayal atmosferi

parmak uçlarında yükseldi kendini bırakarak, etrafındakileri önemsemeden. Çocukken her şey daha kolaydı. Hiç kimse gem vurmuyordu hayallerine. Bir kuş kadar özgür hissediyordu eskiden. Hayallerden oluşan bir atmosferde istediği her yere uçabiliyordu. Sonsuzun sınırını araştırmak kendinden geçiriyordu onu uçarken. Zaman geçtikçe, her doğum gününde pastanın yanında hayatın sınırlar koyduğunun farkına vardı ve pastadaki mumların sayısı artıkça atmosferdeki hareket alanının daraldığının. Öyle bir an geldi ki, hayat tarafından kuşatılmış olarak buldu düşüncelerini. Ve sonrasında ümitsizlik damlaları taşıdı hayal bulutları. Yeterince yoğunlaştığında bulutlar, silkeledi ümitsizliği damla damla. Açılan kapıdan çıkan kuş tanıdıktı. Geçmişin kaybolmayan yansıması...
Ve böylece kavradı ki, ne zaman kısıldığını hissetse düşüncelerinin bir köşede, ayaklarının ucunda yükselmek ve derin bir nefes alarak kapıyı açması yeterli olacaktır, düşüncelerinin kuşun kanadına tutunması için...
20.11.08 , 01:37

not: heykel Sibel Açıkalın tarafından yapılmıştır ve görsel Günce Tadımcısı'na aittir.

7 Ekim 2008 Salı

2 Haziran 2008 Pazartesi

2 Mayıs 2008 Cuma

sek-sek-iz

1, 2, 3, 4-5, 6, 7... Eğilip taşı alması ve geriye dönmesi yeterliydi kazanabilmesi için. Şimdiye kadar çizgiye bastığına hiç şahit olamamıştı diğerleri. Bir yandan da kulağı akşam ezanındaydı. Nitekim vaktin yaklaştığını hissediyordu. Bu onu tedirgin ediyordu çünkü akşam ezanı eve dönüş için bir ulaktı. Mahalledeki hemen hemen her aile gibi onlar da akşam ezanının akabinde yemeğe otururlardı. Annesinin sofrada herkesin bulunmasını istediğini bilmesine karşın, onun acelesi babasını sadece akşam yemeklerinde ve sonrasındaki birkaç saat zarfında görebilmesinden kaynaklanıyordu. Babası uzunca bir süredir çift vardiya çalışıyordu kavramakta zorlandığı bir nedenden ötürü. Bazen zamanın babasını yavaş yavaş çaldığını düşünüyordu kendisinden. Asıl korkusu adını unutabileceği düşüncesiydi. Bu aklına geldikçe hızlı ve sinirli bir şekilde nefes aldığını farkediyordu. Öte yandan, acelesinin diğer nedeni ise: Her başlayan yeni günün yeni oyunlara gebe olmasıydı. Oynanan oyunlar, kanayan dizler, şişen ve moraran gözler, birbirine küsen çocuklar dünde kalıyordu. Yeni günde her biri az evvel tanışmışcasına yeni oyunlara başlıyorlardı. Belki de zamanın peşimizden getirdiklerinden bağımsız olduğu için vazgeçilmezdi sokak oyunları. Oyunu bitirmek üzere olduğu hatrına geldikçe daha hızlı hareket etmesini fısıldıyordu içten içe. Nazire yaparcasına ulağı saldı sokaklara. Zamanın işgalciliğini hissetti ulak etrafını sararken, ve usulca kulağına fısıldadı: "Oyun bitti!"... İçindeki yankıya kulak kesilen oyun arkadaşlarıyla evlerinin yolunu tuttular ilahi bir emir almışcasına. Adem'in evi mahallenin aşağı ucundaydı. Meydandaki çınarın dibinde yine aynı saatte buluşacaklarını tekrar hatırlattıktan sonra son arkadaşına, yürümeye devam etti. Her seferinde yolun son kısmını tek başına yürürken, cebinde kalan tebeşir tozlarını temizler; kapıyı çalmadan merdivenin altına diğerlerinin yanına koyardı cebinde kırılanları. Son bir kez üstünü başını düzelttikten sonra, aslanbaşlı kapı tokmağına bakarak kapı açılana kadar yumrukladı. Tak...tak...tak...

Ve kapı açıldı. Ardından kapanırken aklında sadece numarasının 8 olduğu kalmıştı. İlk farkettiği loş, uzun ve dar bir koridorda olduğuydu. Sanki yarım kalan bir işi tamamlamaya gelmişcesine yerdeki açılmış boya kutusunun yanındaki fırçaya uzanmıştı. Fırça gidip gelirken tutkunun kırmızı yansımasıydı hakim olan duvara. Daha önce hissetmediği bu duygu karşısında ürkmüştü benliği. Diğer yandan, bir anda bu duyguya sanki onsuz olmazmış gibi bağlanabilmesine şaşırmıştı. Aynı zamanda korkmuştu da. Ne yapardı onsuz? Bu algıyı nesneye yükleyip sahip olmak istediğini aklından geçirirken, tutku boyalı henüz kurumamış duvardan çıkıverdi bir fettan. Artık onun ayakizlerinde ileriyordu etrafına bakmaksızın. Yolunu yolu biliyor, garip bir şekilde güven hissediyordu ona karşı. Aklını başından alıyordu kokusu. Gözlerini bağlamış, şehvete aç bedenini peşinden sürürken, arada bir kulağına bir şeyler fısıldıyordu fettan: Geride kalacak olan bu yolculuğun kutsal olduğunu ve adına "aşk" denildiğini. Bu yüzden kendisini sadece doğanın ritmine, süregelene bırakmasını istedi. Ve bir daha hiç konuşmadı kuytu bir köşeye açılan bir kapı görene kadar. Adımlarını hızlandırmıştı fettan. Artık yetişmekte zorluk çekiyordu. Canhıraş bir çaba ile atılıp elinden yakalayabildi. İçinde o uzaklaştıkça azaldığını hissettiği tutkuyu daha rahat algılamak istercesine bir an durdu. Derin bir nefes aldı. Tutku soluduğunda bedeni ve yeterince kaybolduğunda benliği dudaklarının ıslaklığında ötekinin, elinin sıcaklığını hissediyordu ondan habersiz çekip gidenin kapı tokmağında. Nedensiz çekip gitmişti. Ne bekleyebilirdi ki? Zaten ondan habersiz çıkagelmemiş miydi? O gittikten sonra yavaş yavaş kanının çekildiğini, daha da ağırlaştığını hissetti hareketlerinin. Kapı tokmağını ağır ağır çevirdi. Ne kadardır o şekilde beklediğinin farkında değildi. Gıcırdayarak açılan kapı dikkatini toplamasına yardımcı olmuş, içeriye girmeden kapı numarasının 8 olduğunu farkedebilmişti. Fakat bu numaraya bir anlam veremiyordu. Geriye dönemiyor olması daha çok canını sıkıyordu kapı numaralarının aynı olduğu aklına geldikçe.

İçeriye girdiğinde gözbebeğinin büyümesi zaman aldı. Alıştığında karanlığa haykırmak istedi: "Kimse yok mu?"... Uğursuz bir baykuş gibi uğuldadı sadece derinden. Ellerini yüzüne götürdü. Bir ucundan diğerine özenle dikilmiş dudaklarını hissettiğinde, ikinci kez yankılandı uğursuz baykuşun uğultusu karanlıkta. El yordamıyla bulunduğu yeri kavramaya çalışıyordu. Etrafının yapışkan bir akışkanla kaplandığını anladığında, keskin kokunun nedenini anladı. Kan... Nefes aldıkça başı dönüyor, algısı zayıflıyordu. Sanki her adımında ağırlaşıyordu. Korkularıyla körebe oynuyordu kaybetmeye dünden razı. Bu sürüncemeyi sona erdirecek olanı bekliyordu. Tek bulmak istediği diğer dehlize açılan kapıydı. Kör bir koşu başladı bulmayı umduğuna doğru. Yalpalayarak, sağa sola çarparak ilerliyordu. Keskin kan kokusu ve karanlık dışındaki tek farkındalığı ilerlediğini hissetmesiydi. Kanlı ellerinin kapıda bıraktığı izi karanlıkta göremese de numarasından emin olduğu kapıya bakmadan aceleyle tokmağını çevirdi. Neredeyse elinde kaldığını düşündü bir an. Sadece bir an çünkü içine girdiği yeni dehlizin öncekilerin devamı olduğunu bilse de bu döngünün içerisinde yok olmak istemiyordu. Giderek ağırlaşan bedenine, daha ne kadar süreceği kuşkusu eşlik ediyordu.

Bir leke gibi hissetti kendini uçsuz bucaksız beyazlıkta. Öncekinin aksine boydan boya beyaza bürünmüştü dehliz. Kendisini mürekkebe benzetti. Düşünceleri dağılıp iz bırakıyordu adım adım. Yürüyüş ritmi birden bozuldu. Hayal gördüğünü zannetti. Ancak dokunabilecek kadar yaklaştığında inanabildi gördüğü şeyin bir ayna olduğuna. Yansımasına bakarken uzunca bir süredir geriye bakamadığını hatırladı. Daha rahat görebilmek için arkasında bıraktıklarını, birkaç adım geriledi. Tekrar baktığında hiçbir şey görememek onu daha çok şaşırttı. Sonra kendisine baktı dikkatlice. Bir yabancıyla karşılaşmışcasına süzdü. Ceplerinin dolu olduğunu farkedince istemsiz ellerini cebine götürdü. Bir taş kadar ağırlaşmış hayalkırıklıkları acıttı canını. İlerlemesini zorlaştıranın, onu yoranın hayalkırıklıkları olduğu açıktı. Neden sonsuz arzulara sahipti sonlu hayatında ademoğlu? Hayatın, sonsuz arzularının hemen hemen hepsini hayalkırıklığına dönüştürerek cebine koymuş olduğunu düşündü. Aslında hayatın bu hamlesine fırsat tanımadan, insanoğlu doymakbilmezliğini dizginlemeyi öğrenebilse, kendisine karşı daha dürüst olmayı başarabilecekti. Aklının derinliklerinde gezinirken, birden sözcükler dökülmeye başladı dudaklarından. Kendisine ait değillerdi ama bir o kadar da tanıdıktılar. Boşlukta yankılanan sözcüklere kulak kabarttı. Şöyle buyurdu Zerdüşt:

"Kendi alevinle yakmaya hazır olmalısın kendini
Önce kül olmadan nasıl yeni olabilirsin ki?"

Derinlerden gelen bu çağrıya ayak uydurarak, ceplerindeki taşları savurdu aynaya doğru. Kendisine fırlattı gözünü bile kırpmadan, yine kendinden geleni. Yansıması tamamen yok olduğunda, aynanın arkasındaki gerçek belirdi. Elinde son bir taş kalmıştı. Oyun sona ermeliydi. Taşı sıkarak sekmeye başladı. 7, 6, 5-4, 3, 2, 1...
01.05.08 , 00:24

21 Mart 2008 Cuma

gör-üngü (2)

tavandan damlıyordu "an" kırmızıya bürünmüş. Farklı bir şey olduğunun ve hükmünün üstümde kısa süreceğinin, zaman bile farkındaydı. An damlacıkları şimdiye değin gördüğüm en güzel dikiti oluşturmuşlardı: Kırmızılar içinde elinde şarap kadehi tutan bir saki... Usulca yanıma yaklaşırken her adımında titriyordu benliğim. Belli ki bir söyleyeceği vardı. Yoksa yıllardır toprağın sakladığı gizem miydi içimde yankılanacak olan? Ya da sadece algımın bana oynadığı yeni bir oyun mu? Her iki halde de benliğimdi ait olan o "an"a. Derin soluklarını hissedebildiğimde sakinin, eş zamanlı gizemi döküldü toprağın kızıl renkli dudaklarından: Şarap giydiğinde gece, soyunacak ve karanlık girecek koynuna. Artık sevişecek sadece sonsuz karanlık kalacak kala kala...
22.03.08 , 05:34

17 Mart 2008 Pazartesi

kara-layan

...bit...ti...Yine girmem gerekecek en derin yerine zihnimin. Ve yine annem kızacak, "Neden ellerin karardı? Git, çabuk yıka!" diye, sanki düşüncelerimin isinden kalemime mürekkep yaptığımı hiç anlatmamışım gibi. Sonra kara-lamaya devam edecek elim sayfadan sayfaya atlayarak, zihnim izin verdiğince. "Bir insanı yazmaya iten şey, yazmamanın daha da korkunç olmasıdır." diyerek, kusacak beynim içindekileri isterik sayfalara. Tüh! Yine...bit...ti...
16.03.08 , 03:52

13 Mart 2008 Perşembe

gör-üngü

gün boyunca dayanabilmişti güneşin yıkıcı tavrına. Sahip olduğu yansımaları vermemekte başarılı olmak - yok olmamak -, günbatımında onu muzaffer bir savaşçı kılıyordu sanki. Gecenin karanlığını içerken, farkında olmadan fısıldadı sırrını. Keyfinden anlattı gördüklerini toprağa damla damla. Görmeyi unutmamış, yanılgılarının esiri olmamış gözlerle buluştuğunda toprak; ademoğluna şarap kadehinde sunacaktı gizemini saki görünümünde...
13.03.08 , 10:39

not: görsel Günce Tadımcısı'na aittir.

4 Mart 2008 Salı

sevinin buğusu

iki gerçekliğin birbirine en yakın olduğu zaman buğulanır sevi. Gerçekliklerin gergefinde, Tanrı' ya yakınlaşma çabası içerisinde iki bir olur. Farkındalığın sıcaklığı ile gerçeğin soğukluğu buğulandırır aşkı. Çocuklukta(n) kalma alışkanlıklarını yineler usulca parmak uçları. Kendileri gibi harfleri de büyümüştür; harflerin taşıdıkları manalar da. Ortak imgenin izdüşümünü takip etmektedir peşpeşe dizilen harfler. Anbean yokolmaya başlayan buğudan yüz çevirip, hatırdaki gölgesinde serinletmeye çalışır her ikisi de yüreklerini. Nitekim buğunun yokluğu ayrık benliklerinin ayyuka çıkma nedenidir. Artık görüngü-nesne ikilemi içerisinde hapsolmuştur bir iken iki olmuş ruh(lar)...
05.03.08 , 03:42

not: görsel Onur Ilgaz'a aittir.

28 Şubat 2008 Perşembe

tik-tak-kaç

güçlükle ayırabilmişti gözlerini akreple yelkovanın yarışından. Son zamanlarda saatinin üzerine bir bant yapıştırıyor ve sadece gerçekten saatin kaç olduğunu merak ettiğinde yüzleşiyordu onunla. Ondan bu şekilde kaçabilmenin imkansız olduğunun bilincinde olsa bile, sınırları zorlamaya itmişti onu bu takıntı. Onunla yüzleştiği nadir anlarda, kendini onun tesiri altında bulmaktı aniden tekrar bandı yapıştırmasını sağlayan. O kısa süreçte bile akrep ile yelkovandan ileride olduğunu bilmenin yanı sıra, neredeyse onlarla yanyana ilerlediğini farketmekten kaçınamıyordu bir türlü. Zamanın kendisini yavaş yavaş kapsamasını, başka bir açıdan yok etmesini kabullenemiyordu. Belki de sadece geriden gelmeleriydi sorun. Sonuç olarak, aynada kendisini görmek için bile bekliyordu, yansımasının kendisine ulaşması için. Kendini usulca yuttuğunu düşündüğü şeyi karşısında görebilmekti arzusu ve bunun imkansızlığı geldikçe aklına, elini saatinin üzerindeki banda daha güçlü bastırırken yakalıyordu. Fakat şu an farklı olan bir şey hissetti bandı yapıştırmak üzereyken: Tik-tak ritimleri metronom düzeninden çıkıp bir yankı oluşturuyordu içinde. Bu sefer sonuna kadar dinleme cesareti duydu kendinde bu cılız yankıyı: "Geriye bakman biçare bir çabadan öteye gidemez. Onu göremezsin ama soluğunu ensende hissettirecek kadar yakındır ruhuna. Durmanı bekliyor benliğini yutmak için, diğerlerine yaptığı gibi. Günü geldiğinde amacına ulaşacak bilesin. Gücün yettiğince koş ardına bakmadan, hiçbir şeyi umursamadan çünkü zaman seni geçmiş zamana dahil ederken akıllarda tozunun kaldığını bilerek gülümseyeceksin."...
28.02.08 , 14:47

18 Ocak 2008 Cuma

-di'li gelecek "zaman"

bilinmeyen bir zamanda, bilinmeyen bir yerde Hypnos'un peri kızları uyku tozlarını bıraktıklarında boşluğa, yerçekimi tersine işlemiş ve böylece gökyüzü gözlerini kapamış. Zaman, istese de becerememiş durmayı fakat elinden geldiğince "ağır" işlemiş, gökyüzünün son bakışını buharlaştırırken anbean. Düşen su seviyesi usulca oturtmuş sandalı. Zaman varlığının izlerini nakşetmiş ona çizgi çizgi. Sandalın canhıraş çığlıkları yükselmiş arşa; bilinmeyen bir zamandan o "an"a bir isyan tümcelenmiş: "Uyan! Zaman geldi."...
19.01.08 , 01:37

not: görsel Sedat Telçeken'e aittir.



19 Aralık 2007 Çarşamba

yafta

bir ses çalındı kulağına eskilerden, derinden: "...ve sonsuza dek mutlu yaşadılar.". Ardından gözkapaklarından ağırlığını yavaş yavaş kaldırdı karanlık; izin verdi günışığına. Rutin hareketler izledi birbirini ve senin yinelemene neden oldu aynı unutkanlığı. Az kalsın unutuyordun onu almayı. Geri döndüğünde sadece bakıp gülümsedin. Her giydiğinde ve her çıkardığında yüzünün aldığı şekil aynıydı: Belirsiz, buruk bir gülümseme... Usulca giyerken "kendini" üzerine aynı meraktı seni kuşatan: Acaba bir gün "kendini" giymeden çıkıp günü karşılayabilme cesaretini gösterebilecek miydin? Hazırdın her zamanki gibi: Önü senin yapıştırdığın, arkası ise arkandan yapıştırılan yaftalarla dolu yürüyen bir panoyu andırıyordun üzerindekiyle. Aldatmaca, masallar kadar dürüst olmamasıydı çevrendeki her şeyin. Masalların en baştan yalan olduğunu söylemesiydi onları dürüst kılan senin nazarında. Önünden başka etiketleri layık görürlerken sana, arkandan üzerinde dil izleri olan başkalarını yapıştırmalarıydı, seni gülümseten. "Kendini" kuşandığın zamanlarda seni mutlu eden tek şey: Saatlerin birbirini kovalamasıydı. Gerçekdışı olsa da masalların gerçeğin aldatmacasından uzak olmasıydı sana geceyi sevdiren. Ve biliyordun ki: Zamanı geldiğinde -karanlık çöktüğünde güne-, tanıdık sesin seni karşılayacağını "Bir varmış, bir yokmuş..." diyerek derinden...
19.12.07 , 22:37

31 Ekim 2007 Çarşamba

öteki-beriki-başkası

ötekinin gidişinden çok kendisinden götürdüğünün arkasından bakakalmıştır beriki. Şimdiden kulağına çalınmaya başlamıştır onun boşluğunda tümcelerinin yankıları ona dair lakin devrik... Yankıların devinimine karşın nihilist bir tavırla tekrar var etmeye kalkışmıştır gideni sağır olmamak adına. Ötekinin bıraktığı gerçeği idrak edebilmesi için uyandırılmalıdır süregelen bu dipsiz sanrıdan. Ne yazık ki mavi hapa ötekinin boşluğunu doldurabilecek olan başkası sahiptir. Cesaret edip bir kere inandırdığında kendini senden gidene , içindesindir artık gerçek-sanrı kısır döngüsünün...
01.11.07 , 02:15

not: görsel Ersin Karabulut'a aittir.

24 Ekim 2007 Çarşamba

g-öl-ge

numarasız çıkmaz sokaklardan birisinde uyandım yeniden. Yüzümü duvara dönüp usulca yerdeki tümcelerimi toplamaya koyuldum yenilerini yapabilmek adına. Benliğimden düşmeden önce kırılgan da olsa bir bütünlük içindeydiler. İşim bittiğinde birkaç harften başka bir şey kalmadı. Kafamı kaldırdığımda farkettim gölgemin olması gerekenden daha küçük olduğunu. O an anladım: Hayallerimin onu küçülttüğünü ya da büyümesine hiç izin vermediğini... Aniden gölgemin yanında bir şey beliriverdi: Daha koyu ve kararlı bir karaltı... Ne ses ne de sıcaklık sadece keskin barut kokusu hakim oldu geçici bir süre algıma. Kokunun hükümdarlığı süresince son kez baktım gölgeme "an"ın donmasını umut ederek. Sonrasında ne o karaltı ne de gölgem vardı duvarda. Sokak lambası gözümü alana dek farkedemedim elimdeki sıcaklığı. Avucumu açtığımda birkaç harf düştü serbestçe elimde izlerini bırakarak. Artık gölgemin görevini üstlenip beni takip edecek , avucuma bakıp tekrarladığım uğursuz bir ninni dolanmıştı dilime "Keşke..." diye başlayan...
01.10.07 , 01:50

deli etiketi

5n ve 1k dan sadece "k" nın cevabını verebilirsin içindeki isyana kapılırken. Gün geçtikçe bireyselleşen dünyada ve hemen hemen her şeyde olduğu gibi buna da kayıtsız kalan toplumlarda aslında isyankarlıktır sevmek; sevgili olmak. İlk başta seni; beni; herkesi bireyselleştirerek içinde sindirmeye çalışan sistemde başka birisiyle en önemli olduğunu düşündüğün şeylerden birisi olan sevgini paylaşmak ipe götürür adamı, eğer sevgilileri "aşık" olarak nitelendirmeyip "deli" yerine koymazsak. "Deli gibi aşık olmak" demek hoşuna gider insanların çünkü yapamadıklarını yapan kişilerin aslında kendilerinden hiçbir farkı olmadığı düşüncesi çok ağırdır onlar için, ki o zaman sorgulamaları gereken benlikleriyle karşılaşacaklardır. "Onlar"a göre sadece deliler olmadık yerde birbirlerine sarılabilirler; öpüşebilirler ya da yaşlarından beklenmedik tutumlar sergilerler: Salıncakta sallanmak çocuklara nazire yaparcasına, saatlerce elele yürümek gibi. Öte yandan "onlar"ın ne dediklerini umursamadan "deliler" bildiğini okumanın ve aynı şeyi sevmeye değer gördüğü başka bir "birey"le eş zamanlı yapmanın tadını çıkarmaktadırlar, üstlerindeki "deli" etiketlerine bakıp gülerken...
13.01.07 , 19:22

afiyet olsun!

insan ağlıyor dünyaya gelir gelmez. İlk etapta olumsuz bir başlangıçmış gibi görünse de sadece önyargılarımızdan kaynaklanan koca bir yanılsamadan ibaret bu durum. Bilindiği üzere milyonlarca sperm arasından insan olma şansına erişmiş olan bizler için aslında başarıyla birlikte dünyaya geldiğimiz söylenebilir. Bunu söyleyemememiz ise tamamen kendimizi önyargılarımızla sınırlayarak "an"ları kaçırmamızdır. Biz başarıyı tadarak gelmişken neden geri kalan "an"ları tatmaktan korkarız ki? Ancak iyi kötü ne varsa tadarak yakalayabiliriz "an"ları. Kahkahayı, sevgiyi, sevmeyi tadarken; acıyı, yalnızlığı, çaresizliği de tadarak hazmedebiliyorsak ancak o zaman "Yaşıyorum!" diyebiliriz. Araştırmalara göre tatlı yerken üçüncü lokmadan sonra algıladığımız tat olağanlaşmaktadır. Daha sonra algılanan her lokmanın hayatınızda kaçırdığınız "an"lar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü biz tatlı tatmayı sadece ilk üç lokma ile sınırlandırıyoruz. Bu yüzden hayatımızda da sadece güzellikleri hatırlıyoruz. Bir insanın yalnızlığı tadabildiğini düşünelim. İçinde bulunduğu durumdan yakınmak yerine dersler çıkarmasına yardımcı olacaktır bu anlayış. Böylece daha güçlü olacaktır yalnızlığa karşı tadabilmesinden kaynaklanan bağışıklık sayesinde. Hayat adına gerçekten tadabildiğimiz her şey bizi güçlendiren birer antibiyotik olacaktır ki böylece ölümü de tatmaktan korkmayacağız. Başarıyı tadarak nefes almaya başlayan bizler ölümü de tadabilmeyi başarabilirsek hayatın hakkını verdiğimiz söylenebilir. "An"ı dolayısıyla yaşamı tadabilmeniz dileğiyle. Afiyet olsun!...
11.12.06 , 03:17

siyah ve beyaz

şişemde gökyüzü var bu sefer. Gecenin karanlığında şişeyi içindeki yıldızlar sayesinde ayırt edebiliyorum. Yıldızlar genzimi yakarak geçip karanlığımda boğulurken sadece siyah ve beyazdan oluşmasını isterdim görüşümün. O zaman aldanmazdım belki insanların renkli(!), albenili kişiliklerine. Belki bir köpekmiş gibi davranmak gerekiyor renklerin arasında boğulmamak için. Sadece iki uç nokta mı olmalı insanları nitelendiren? Siyah ve beyaz... Renklerinizi algılamasına izin verirseniz karşınızdakinin bukalemunu özendiren renk adaptasyonuna şahit oluyor algınız. Boya küpüne girip çıkar gibi kolay renk değiştirebiliyor bazıları. Evrimin insan için maymun yerine bukalemunu kaftan olarak seçtiğinin kanıtı olanlar karşısında istemeden de olsa diğer renklerden vazgeçip sadece siyah ve beyaz istiyorum dünyayı bir daha gece içmemek için...
05.06.06 , 17:10

yara bandı

aitlik: bir şeye dahil olduğunu bilme veya bir şeyin kendi parçan olduğunu hissetme huzuru... Öyle bir huzurdur ki yalnız ilintili olduğu her ne ise onunla aranızdaki bağ incelinceye kadar ondan bihabersinizdir. O bölgeye ilk yardım metodlarınızı uygulayana dek rahat edemezsiniz. İşiniz bittiğindeyse bir dahaki incelmeye kadar yara bandınızın o bölgeyi her şeyden koruyacağından eminsinizdir. İç huzuru size getiren bütün bu süreç koca bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Bağın kopma noktasına gelmesinin asıl nedeni siz olmasanız da son andaki canhıraş çabalarınızla amatör bir cerrahtan öteye gidememişsinizdir, zihninizdeki iç rahatlatıcı neşteri sorgulamaksızın sallarken. Yara bantlarınızın büyüklüğü ise kopardığınız parçaya eşdeğerdir. Size minnettarım ki yarabantlarınızdır beni özüme yaklaştıran...
29.05.06 , 03:47

...__--...----.....___...

bir kriptografın elinden çıkmış gibi kaderim. Nokta ve çizgi vuruşlarından ibaret kaderin sorgulanamaz dokunuşları... Bazen istemesem de geçiyorum nokta veya çizgilerin üzerinden. Benliğimi tamamen özgür bırakabildiğim yerler ise: Sadece nokta ve çizgiler arasındaki boşluklar. Seninle bilmem kaçıncı boşlukta kendimi ararken karşılaşmak yerine kriptografımın seni gözardı edemeyeceğim kadar belirgin bir nokta olarak önüme koymuş olmasını dilerdim. Belki o zaman öncemin sonu, sonramın başlangıcı olabilirdin...
05.04.06 , 14:06

canyeleği

elleri gidip gelirken kızının saçında bir annenin sevgi ve özenle örülmüş bir örgüye benzer her ilişki. Örgüdeki her saç kadar dayanıksızdır lakin örgü kadar bütünseldir ki insanda olan her şeyi içerir: Sevgi, kıskançlık, nefret,... An gelir harmonisi bozulursa örgünün yağmurda ıslanınca, tel tel olup dağılır düşünceler, duygular. Bir bütünlük ve varlık belirtisi göstermekten uzaklaşır örgü. Hz.Nuh zannedersin kendini yağmur tufana dönüşürken beyninde. Geçmesini beklersin sakin bir şekilde, gemiden düşene kadar şüphelerin. Şimdi lanet yağdırmaya başlamışsındır olup biten her şeye. Boğuşurken boyunu aşan dalgalarla, sesini duymasını istersin herhangi birisinin. Sadece duymasını... Ve duyulmuşçasına melekler gökyüzünde oyun oynarlarken üç maymundan bihaber, yaramaz bir melek bir yıldız düşürür eteğinden suya. Ardından suya değen yıldız kozmik bir ışımayla dönüşüverir canyeleğine. Tutunursun sıkıca rahat nefes alabilmenin verdiği kuvvetle. Şimdi canyeleğin ve benliğin vardır yanında koca tufanda. Sular çekilip yerçekiminin etkisini hissettiğinde anlamışsındır canyeleğinin yalnızlığın olduğunu. Zaman ayarlı bir ritimle atmaya başlayan kalbin ilk damlayı pompalamaya başladığından beri seninledir aslında aynı canyeleği. Yalnız tufanlarında görebilmeni istemiştir beynin o kadar. Zaten üstünde olanı giydiğini sanmanı sağlayan halüsinasyonu doğrulamak kadar basittir beyninin işi. Ve sen her seferinde semadan sana bahşedilen en güzel yıldızdan kaçıyorsun üstüne düşmekteymiş gibi...
04.04.06 , 00:50

fasülyeden merdiven

parçalanmış ruhumdan bir merdiven yapıyorum göğün bilinmeyen yerlerine uzanabilen sihirli fasülyeler misali. Farklı bir heyecanla başladığım bu oluşta diğerleri gibi bir sis kümesinde kayboldu istemeden. Gözyaşlarımın aksinde birleştirirken parçalarını ruhumun, yeniden dönebilmek için bıraktığım yerine hayatımın(!); farkettim ki en büyük parçamı almış benden şimdi insanüstü bir çabayla benden uzaklaşan hücre yığınları. Ki o parça sahipti bütün samimiyetime; ki o samimiyetti göğün bilinmeyen yerlerine ulaştığında yoğunlaşıp olacaktı bir yağmur bulutu; ki o yağmur bulutu ulaştıracaktı samimiyet damlacıklarını toprağa; ki o toprak -bire bin vermiş- karşılık verecekti kuşkusuz ruhuma. Yeniden doğacaktım belki bir yaprakta, çicekte ya da ağaçta. Farklı ısıtacaktı güneş benliğimi. En büyük parçamın eksikliğini duymam bu yüzdendir ki sadece yaşamak istiyorum eksik olsa da bir yanım onu bulmak için...
05.12.05 , 11:48

23 Ekim 2007 Salı

döngü

özleme özlem duymak... Bazı şeyler düşüncelerimi bazense ruhumu o kadar meşgul ediyor ki yeni bir algıyı reddediyorum çoğu zaman istemsiz. Özgürlüklerini kaybediyor yavaş yavaş düşüncelerim dolayısıyla hareketlerim. Öyle ki rutin sıfatı bile yetersiz kalıyor nitelemek için. Sadece özleme yeniden özlem duyuyor yani özlemin hasretini çekiyorum. Bu hasret muhtelemen ruhumu daha çok yoracak; lakin içimde yeniden reddetmek zorunda kaldığım algıyı en azından bana kazandıracaktır. Böylece ruhum okyanus gibi nerede başladığı belli ama sonu görünmeyen bir hal alacaktır. Ne yazık ki başladığı nokta ise özleme olan özlemde gizli sanki...
18.11.05 , 00:22

reset

zihnimde önyargılarımdan oluşan bir rende ile yaşıyorum herkes gibi. Neden her seferinde karşılaştığım her ne ise onu bilinçaltımdaki benzeri ile karşılaştırıyorum? İnsanları önyargılı kılan da bu kıyaslama değil midir? Ve her kıyaslamadan sonra rendeyi kullanıyorum ilkine banzetmek için. Ne kadar benzerse o kadar mutlu oluyorum sanki. Bazen ilk modele tıpatıp benziyor ama bazense ortaya çıkan şey beni o kadar ürkütüyor ki. Ne modele ne de ilk şekle benzemektense hiç kabul edemeyeceğim hallere sokuyorum önyargım sayesinde(!). Karşılaştığım her şeyi benzeri ile kıyaslama hastalığından kurtulamadığım sürece hiçbir zaman için gerçek sevgi; gerçek günbatımı ya da başına "gerçek" ibaresini getirebileceğim hiçbir şey olmayacak benim için. Her şeyin sadece benzeri varolacak hayatımda ve bu yüzden de benim hayatımda bir benzeri olacak bir başkasınınkinin. İstediğim zor, hatta imkansız belki de: Keşke her istediğim an algılayabildiğim her ne ise onu salt olarak algılayabilmek için "reset"leyebilseydim bilincimi dolayısıyla önyargılarımı...
13.11.05 , 18:26

ego meydanı

bir oyun gibi sevmek... Oynamaktan bıkılmayacak, kaybetmekten sıkılmayacak kadar güzel gelen insana. Bu oyunu cazip kılan ise: İnsanın başkalaşıp kendinden uzaklaşması ve kendinden uzakta kendine daha rahat bakabilmesi, kendini anlama çabası içine girebilmesi. Tabi ki diğer oyuncu ya da oyuncuların yardımıyla oyunun devam edebilmesi için en önemli kural ise: Oyun bitene kadar perde arkasına geçmemek; lakin doğuştan gelen merakına hemen hemen her seferinde yenik düşen insanoğlu bunu da merak olmaktan çıkarmayı bilmiştir. Perde kalkmış ve büyü bozulmuştur onun için. Büyüyü bozansa perde arkasında gizlenen diğer oyuncu ya da oyuncuların egoları ve kendi egosudur. Bundan çıkan acı gerçek oyunun bitmesi için yeterli ve gerekli şartı tek başına sağlayacaktır: Hiç kimse hiç kimseyi gerçekten sevemez...
28.10.05 , 02:06

kesik piramit

sımsıkı tutuyorum; avucumda hissediyorum beslediğim umudun gerçekleşeceği anı. Bir piramitin son tuğlası gibi... İçimdeki umudun yalnızlığımı yırtacağı anda beliriyor bir olay, kişi, belki de sadece benim orada olan. Ama kesin olan şu ki: Her ne ise hiç tereddüt etmiyor en alttaki tuğlayı çekerken. "Yapma!" diyecek oluyorum; bana gülümsüyor. Kalkan tozla beraber belirsizlik yumağı kaplıyor yalnızlığımı. Ve sonra sessizlik... Bir an sadece bir an değiştirebiliyor insan hayata bakışını. Yıkılan piramitin sonrasında yeniden aynı tuğlaların altına girmek zor geliyor insana. Yeniden dizmesi gerekiyor tek tek ve özenle diğerlerinde olduğu gibi ama bu devinim yıpratıyor insanı. Her ne kadar yeniden başlarsa başlasın değişmeyen tek şey: Sonunda elinde kalan ve başından beri kalmakta olan son tuğla. Ben daha tek tuğlayla nasıl piramit yapılacağını öğrenmedim ki! Bir gün dayanamayıp o tek tuğlayı yontmaya çalışmaktan o kadar korkuyorum ki...
08.10.05 , 00:18

X&Y

mutlu kılabilr mi insanı onu rahatsız eden her ne ise kendinden uzaktaki birisiyle paylaşmak? Bir nevi ötelemek belki; kaçmak belki de tamamen... Pes etmiş sayılır mı hayat denen rakibi karşısında? Labirente benzeyen ve hiç çözülemezmiş gibi her köşe başından sonra yeni bir koridora dönüşen hayat denkleminde sorunu çözümsüz bırakıp kenarda mola vermek her X ve Y nin hakkı değil mi?...
25.09.05 , 13:05

sonu belli koşu

hayat dedikleri boşluk sürüklüyor bedenimi. Kah koşturuyor kah yürütüyor. Kimseye bakmak istemiyorum ki bu yüzdendir başımın önden gitmesi. Hiçbir şey istemiyorum sürüklenirken bazen dirensem de. Yalnızlığı bile... Ondan bile uzakta olmak... Gölgemin bile gerisinden sürükleniyor bedenimle eş zamanlı. O ki: Daha bir zigotken kapsamış beni. Beni ben yapmış. Sadece yüzümde derin uçurumlar oluşturarak akan benliğime basarak yürümek istemiyorum. Ona oyun oynamak istemiyorum artık iyimser tavırlar takınarak. Gelmesin artık geriden! Hayat durdursun bedenimi ve yakalasın ruhum bedenimi kaçınılmaz soğukluk hücrelerime yayılırken...
23.09.05 , 21:14

kirli camımdan

yanlız ve sessiz çığlığıma yağıyor yağmur
yine algımı bozuyor
damlalarla dolu camdan olup biteni anlamaya çalışırken
belki sadece yağıyor çoğu kişi için
yıkıyor ruhumu
yeniliyor düşüncelerimi saflığında gezindirerek
nitekim o da bıkmış olmalı
ne yapabilirim ki?
nasıl engelleyebilirim zihnimin kirlenmesini?
herkesin olduğu gibi benim de vardı duvarım beni çevreleyen
sadece ufak bir delikten gözlüyordum herşeyi
insanları ve onlara ait olanları; düşünceyi, aşkı, nefreti,...
soyut her ne varsa
zaten somut olan ne kadar korkutabilir ki beni?
ne kadar acıtabilir ki ruhumu?
sadece belirli bir yere kadar
somut ile soyut arasında gidip gelirken
yıktım teker teker tuğlalarını duvarımın
ve özgür kılmaya çalıştım düşüncelerimi, hislerimi,...
beni ben yapan
bende asıl olan şeyleri
bu seferde korumasız kaldılar
kirletilmeye çalışıldılar
onlar da bıktı çoğu zaman yağmur gibi
geri dönmek istediler yalvarırcasına
ama geride ne bir duvar kalmıştı ne de bir tuğla
yavaş yavaş alışmaya başladılar kirletilmeye
ve her yağmurdan sonra temizlenip yeniden doğmaya
artık sıkılmıyorlardı çünkü biliyorlardı
yağmurun saflığına onunla yoğrularak ulaşabileceklerini
algıdan nefret ediyorum
biçare bırakıyor düşüncelerimi
onların istediklerini
biliyorum ki her ne yerde yağarsa yağsın hissedebildiğimde onu
ancak o zaman saflaşabilecek düşüncelerim onun gibi
akabilecekler o an yağmur damlaları gibi sonsuz boşluktan
hiç şüphe yok ki gerçekleştiremeyeceğim gizli tutkumu
yine de çabalayacağım duvarlarına inat insanların
sonsuzluğumun başlangıcı ruhumu kavrayana kadar...
08.05.05 , 01:13

balon

bir balonum vardı
içine çocukluk hayallerimi üflediğim
bozuk paralarımı, akide şekerlerimi sakladığım
kimsenin bilmediği
kendime bile söylemekten korktuğum bir yerdeydi
çıkarırdım geceleri el ayak çekilince
sevinçlerimi de alırdı içine dertlerimi de
rengini hatırlayamıyorum
hiçbir zaman buluşmadık ki ışık altında
ya da şavkında
şimdi balonlarım var rengarenk
herbiri albenili
albenisine kapılıp hayallerimi üflediğimde, derdimi anlattığımda
soluyorlar birer birer
ya da uçuyorlar sonsuz maviye elimden
üfleyeceğim ömrüm yettiğince
ta ki "Bir balonum var." diyene dek...
02.12.04