19 Kasım 2008 Çarşamba

hayal atmosferi

parmak uçlarında yükseldi kendini bırakarak, etrafındakileri önemsemeden. Çocukken her şey daha kolaydı. Hiç kimse gem vurmuyordu hayallerine. Bir kuş kadar özgür hissediyordu eskiden. Hayallerden oluşan bir atmosferde istediği her yere uçabiliyordu. Sonsuzun sınırını araştırmak kendinden geçiriyordu onu uçarken. Zaman geçtikçe, her doğum gününde pastanın yanında hayatın sınırlar koyduğunun farkına vardı ve pastadaki mumların sayısı artıkça atmosferdeki hareket alanının daraldığının. Öyle bir an geldi ki, hayat tarafından kuşatılmış olarak buldu düşüncelerini. Ve sonrasında ümitsizlik damlaları taşıdı hayal bulutları. Yeterince yoğunlaştığında bulutlar, silkeledi ümitsizliği damla damla. Açılan kapıdan çıkan kuş tanıdıktı. Geçmişin kaybolmayan yansıması...
Ve böylece kavradı ki, ne zaman kısıldığını hissetse düşüncelerinin bir köşede, ayaklarının ucunda yükselmek ve derin bir nefes alarak kapıyı açması yeterli olacaktır, düşüncelerinin kuşun kanadına tutunması için...
20.11.08 , 01:37

not: heykel Sibel Açıkalın tarafından yapılmıştır ve görsel Günce Tadımcısı'na aittir.

7 Ekim 2008 Salı

2 Haziran 2008 Pazartesi

2 Mayıs 2008 Cuma

sek-sek-iz

1, 2, 3, 4-5, 6, 7... Eğilip taşı alması ve geriye dönmesi yeterliydi kazanabilmesi için. Şimdiye kadar çizgiye bastığına hiç şahit olamamıştı diğerleri. Bir yandan da kulağı akşam ezanındaydı. Nitekim vaktin yaklaştığını hissediyordu. Bu onu tedirgin ediyordu çünkü akşam ezanı eve dönüş için bir ulaktı. Mahalledeki hemen hemen her aile gibi onlar da akşam ezanının akabinde yemeğe otururlardı. Annesinin sofrada herkesin bulunmasını istediğini bilmesine karşın, onun acelesi babasını sadece akşam yemeklerinde ve sonrasındaki birkaç saat zarfında görebilmesinden kaynaklanıyordu. Babası uzunca bir süredir çift vardiya çalışıyordu kavramakta zorlandığı bir nedenden ötürü. Bazen zamanın babasını yavaş yavaş çaldığını düşünüyordu kendisinden. Asıl korkusu adını unutabileceği düşüncesiydi. Bu aklına geldikçe hızlı ve sinirli bir şekilde nefes aldığını farkediyordu. Öte yandan, acelesinin diğer nedeni ise: Her başlayan yeni günün yeni oyunlara gebe olmasıydı. Oynanan oyunlar, kanayan dizler, şişen ve moraran gözler, birbirine küsen çocuklar dünde kalıyordu. Yeni günde her biri az evvel tanışmışcasına yeni oyunlara başlıyorlardı. Belki de zamanın peşimizden getirdiklerinden bağımsız olduğu için vazgeçilmezdi sokak oyunları. Oyunu bitirmek üzere olduğu hatrına geldikçe daha hızlı hareket etmesini fısıldıyordu içten içe. Nazire yaparcasına ulağı saldı sokaklara. Zamanın işgalciliğini hissetti ulak etrafını sararken, ve usulca kulağına fısıldadı: "Oyun bitti!"... İçindeki yankıya kulak kesilen oyun arkadaşlarıyla evlerinin yolunu tuttular ilahi bir emir almışcasına. Adem'in evi mahallenin aşağı ucundaydı. Meydandaki çınarın dibinde yine aynı saatte buluşacaklarını tekrar hatırlattıktan sonra son arkadaşına, yürümeye devam etti. Her seferinde yolun son kısmını tek başına yürürken, cebinde kalan tebeşir tozlarını temizler; kapıyı çalmadan merdivenin altına diğerlerinin yanına koyardı cebinde kırılanları. Son bir kez üstünü başını düzelttikten sonra, aslanbaşlı kapı tokmağına bakarak kapı açılana kadar yumrukladı. Tak...tak...tak...

Ve kapı açıldı. Ardından kapanırken aklında sadece numarasının 8 olduğu kalmıştı. İlk farkettiği loş, uzun ve dar bir koridorda olduğuydu. Sanki yarım kalan bir işi tamamlamaya gelmişcesine yerdeki açılmış boya kutusunun yanındaki fırçaya uzanmıştı. Fırça gidip gelirken tutkunun kırmızı yansımasıydı hakim olan duvara. Daha önce hissetmediği bu duygu karşısında ürkmüştü benliği. Diğer yandan, bir anda bu duyguya sanki onsuz olmazmış gibi bağlanabilmesine şaşırmıştı. Aynı zamanda korkmuştu da. Ne yapardı onsuz? Bu algıyı nesneye yükleyip sahip olmak istediğini aklından geçirirken, tutku boyalı henüz kurumamış duvardan çıkıverdi bir fettan. Artık onun ayakizlerinde ileriyordu etrafına bakmaksızın. Yolunu yolu biliyor, garip bir şekilde güven hissediyordu ona karşı. Aklını başından alıyordu kokusu. Gözlerini bağlamış, şehvete aç bedenini peşinden sürürken, arada bir kulağına bir şeyler fısıldıyordu fettan: Geride kalacak olan bu yolculuğun kutsal olduğunu ve adına "aşk" denildiğini. Bu yüzden kendisini sadece doğanın ritmine, süregelene bırakmasını istedi. Ve bir daha hiç konuşmadı kuytu bir köşeye açılan bir kapı görene kadar. Adımlarını hızlandırmıştı fettan. Artık yetişmekte zorluk çekiyordu. Canhıraş bir çaba ile atılıp elinden yakalayabildi. İçinde o uzaklaştıkça azaldığını hissettiği tutkuyu daha rahat algılamak istercesine bir an durdu. Derin bir nefes aldı. Tutku soluduğunda bedeni ve yeterince kaybolduğunda benliği dudaklarının ıslaklığında ötekinin, elinin sıcaklığını hissediyordu ondan habersiz çekip gidenin kapı tokmağında. Nedensiz çekip gitmişti. Ne bekleyebilirdi ki? Zaten ondan habersiz çıkagelmemiş miydi? O gittikten sonra yavaş yavaş kanının çekildiğini, daha da ağırlaştığını hissetti hareketlerinin. Kapı tokmağını ağır ağır çevirdi. Ne kadardır o şekilde beklediğinin farkında değildi. Gıcırdayarak açılan kapı dikkatini toplamasına yardımcı olmuş, içeriye girmeden kapı numarasının 8 olduğunu farkedebilmişti. Fakat bu numaraya bir anlam veremiyordu. Geriye dönemiyor olması daha çok canını sıkıyordu kapı numaralarının aynı olduğu aklına geldikçe.

İçeriye girdiğinde gözbebeğinin büyümesi zaman aldı. Alıştığında karanlığa haykırmak istedi: "Kimse yok mu?"... Uğursuz bir baykuş gibi uğuldadı sadece derinden. Ellerini yüzüne götürdü. Bir ucundan diğerine özenle dikilmiş dudaklarını hissettiğinde, ikinci kez yankılandı uğursuz baykuşun uğultusu karanlıkta. El yordamıyla bulunduğu yeri kavramaya çalışıyordu. Etrafının yapışkan bir akışkanla kaplandığını anladığında, keskin kokunun nedenini anladı. Kan... Nefes aldıkça başı dönüyor, algısı zayıflıyordu. Sanki her adımında ağırlaşıyordu. Korkularıyla körebe oynuyordu kaybetmeye dünden razı. Bu sürüncemeyi sona erdirecek olanı bekliyordu. Tek bulmak istediği diğer dehlize açılan kapıydı. Kör bir koşu başladı bulmayı umduğuna doğru. Yalpalayarak, sağa sola çarparak ilerliyordu. Keskin kan kokusu ve karanlık dışındaki tek farkındalığı ilerlediğini hissetmesiydi. Kanlı ellerinin kapıda bıraktığı izi karanlıkta göremese de numarasından emin olduğu kapıya bakmadan aceleyle tokmağını çevirdi. Neredeyse elinde kaldığını düşündü bir an. Sadece bir an çünkü içine girdiği yeni dehlizin öncekilerin devamı olduğunu bilse de bu döngünün içerisinde yok olmak istemiyordu. Giderek ağırlaşan bedenine, daha ne kadar süreceği kuşkusu eşlik ediyordu.

Bir leke gibi hissetti kendini uçsuz bucaksız beyazlıkta. Öncekinin aksine boydan boya beyaza bürünmüştü dehliz. Kendisini mürekkebe benzetti. Düşünceleri dağılıp iz bırakıyordu adım adım. Yürüyüş ritmi birden bozuldu. Hayal gördüğünü zannetti. Ancak dokunabilecek kadar yaklaştığında inanabildi gördüğü şeyin bir ayna olduğuna. Yansımasına bakarken uzunca bir süredir geriye bakamadığını hatırladı. Daha rahat görebilmek için arkasında bıraktıklarını, birkaç adım geriledi. Tekrar baktığında hiçbir şey görememek onu daha çok şaşırttı. Sonra kendisine baktı dikkatlice. Bir yabancıyla karşılaşmışcasına süzdü. Ceplerinin dolu olduğunu farkedince istemsiz ellerini cebine götürdü. Bir taş kadar ağırlaşmış hayalkırıklıkları acıttı canını. İlerlemesini zorlaştıranın, onu yoranın hayalkırıklıkları olduğu açıktı. Neden sonsuz arzulara sahipti sonlu hayatında ademoğlu? Hayatın, sonsuz arzularının hemen hemen hepsini hayalkırıklığına dönüştürerek cebine koymuş olduğunu düşündü. Aslında hayatın bu hamlesine fırsat tanımadan, insanoğlu doymakbilmezliğini dizginlemeyi öğrenebilse, kendisine karşı daha dürüst olmayı başarabilecekti. Aklının derinliklerinde gezinirken, birden sözcükler dökülmeye başladı dudaklarından. Kendisine ait değillerdi ama bir o kadar da tanıdıktılar. Boşlukta yankılanan sözcüklere kulak kabarttı. Şöyle buyurdu Zerdüşt:

"Kendi alevinle yakmaya hazır olmalısın kendini
Önce kül olmadan nasıl yeni olabilirsin ki?"

Derinlerden gelen bu çağrıya ayak uydurarak, ceplerindeki taşları savurdu aynaya doğru. Kendisine fırlattı gözünü bile kırpmadan, yine kendinden geleni. Yansıması tamamen yok olduğunda, aynanın arkasındaki gerçek belirdi. Elinde son bir taş kalmıştı. Oyun sona ermeliydi. Taşı sıkarak sekmeye başladı. 7, 6, 5-4, 3, 2, 1...
01.05.08 , 00:24

21 Mart 2008 Cuma

gör-üngü (2)

tavandan damlıyordu "an" kırmızıya bürünmüş. Farklı bir şey olduğunun ve hükmünün üstümde kısa süreceğinin, zaman bile farkındaydı. An damlacıkları şimdiye değin gördüğüm en güzel dikiti oluşturmuşlardı: Kırmızılar içinde elinde şarap kadehi tutan bir saki... Usulca yanıma yaklaşırken her adımında titriyordu benliğim. Belli ki bir söyleyeceği vardı. Yoksa yıllardır toprağın sakladığı gizem miydi içimde yankılanacak olan? Ya da sadece algımın bana oynadığı yeni bir oyun mu? Her iki halde de benliğimdi ait olan o "an"a. Derin soluklarını hissedebildiğimde sakinin, eş zamanlı gizemi döküldü toprağın kızıl renkli dudaklarından: Şarap giydiğinde gece, soyunacak ve karanlık girecek koynuna. Artık sevişecek sadece sonsuz karanlık kalacak kala kala...
22.03.08 , 05:34

17 Mart 2008 Pazartesi

kara-layan

...bit...ti...Yine girmem gerekecek en derin yerine zihnimin. Ve yine annem kızacak, "Neden ellerin karardı? Git, çabuk yıka!" diye, sanki düşüncelerimin isinden kalemime mürekkep yaptığımı hiç anlatmamışım gibi. Sonra kara-lamaya devam edecek elim sayfadan sayfaya atlayarak, zihnim izin verdiğince. "Bir insanı yazmaya iten şey, yazmamanın daha da korkunç olmasıdır." diyerek, kusacak beynim içindekileri isterik sayfalara. Tüh! Yine...bit...ti...
16.03.08 , 03:52

13 Mart 2008 Perşembe

gör-üngü

gün boyunca dayanabilmişti güneşin yıkıcı tavrına. Sahip olduğu yansımaları vermemekte başarılı olmak - yok olmamak -, günbatımında onu muzaffer bir savaşçı kılıyordu sanki. Gecenin karanlığını içerken, farkında olmadan fısıldadı sırrını. Keyfinden anlattı gördüklerini toprağa damla damla. Görmeyi unutmamış, yanılgılarının esiri olmamış gözlerle buluştuğunda toprak; ademoğluna şarap kadehinde sunacaktı gizemini saki görünümünde...
13.03.08 , 10:39

not: görsel Günce Tadımcısı'na aittir.

4 Mart 2008 Salı

sevinin buğusu

iki gerçekliğin birbirine en yakın olduğu zaman buğulanır sevi. Gerçekliklerin gergefinde, Tanrı' ya yakınlaşma çabası içerisinde iki bir olur. Farkındalığın sıcaklığı ile gerçeğin soğukluğu buğulandırır aşkı. Çocuklukta(n) kalma alışkanlıklarını yineler usulca parmak uçları. Kendileri gibi harfleri de büyümüştür; harflerin taşıdıkları manalar da. Ortak imgenin izdüşümünü takip etmektedir peşpeşe dizilen harfler. Anbean yokolmaya başlayan buğudan yüz çevirip, hatırdaki gölgesinde serinletmeye çalışır her ikisi de yüreklerini. Nitekim buğunun yokluğu ayrık benliklerinin ayyuka çıkma nedenidir. Artık görüngü-nesne ikilemi içerisinde hapsolmuştur bir iken iki olmuş ruh(lar)...
05.03.08 , 03:42

not: görsel Onur Ilgaz'a aittir.

28 Şubat 2008 Perşembe

tik-tak-kaç

güçlükle ayırabilmişti gözlerini akreple yelkovanın yarışından. Son zamanlarda saatinin üzerine bir bant yapıştırıyor ve sadece gerçekten saatin kaç olduğunu merak ettiğinde yüzleşiyordu onunla. Ondan bu şekilde kaçabilmenin imkansız olduğunun bilincinde olsa bile, sınırları zorlamaya itmişti onu bu takıntı. Onunla yüzleştiği nadir anlarda, kendini onun tesiri altında bulmaktı aniden tekrar bandı yapıştırmasını sağlayan. O kısa süreçte bile akrep ile yelkovandan ileride olduğunu bilmenin yanı sıra, neredeyse onlarla yanyana ilerlediğini farketmekten kaçınamıyordu bir türlü. Zamanın kendisini yavaş yavaş kapsamasını, başka bir açıdan yok etmesini kabullenemiyordu. Belki de sadece geriden gelmeleriydi sorun. Sonuç olarak, aynada kendisini görmek için bile bekliyordu, yansımasının kendisine ulaşması için. Kendini usulca yuttuğunu düşündüğü şeyi karşısında görebilmekti arzusu ve bunun imkansızlığı geldikçe aklına, elini saatinin üzerindeki banda daha güçlü bastırırken yakalıyordu. Fakat şu an farklı olan bir şey hissetti bandı yapıştırmak üzereyken: Tik-tak ritimleri metronom düzeninden çıkıp bir yankı oluşturuyordu içinde. Bu sefer sonuna kadar dinleme cesareti duydu kendinde bu cılız yankıyı: "Geriye bakman biçare bir çabadan öteye gidemez. Onu göremezsin ama soluğunu ensende hissettirecek kadar yakındır ruhuna. Durmanı bekliyor benliğini yutmak için, diğerlerine yaptığı gibi. Günü geldiğinde amacına ulaşacak bilesin. Gücün yettiğince koş ardına bakmadan, hiçbir şeyi umursamadan çünkü zaman seni geçmiş zamana dahil ederken akıllarda tozunun kaldığını bilerek gülümseyeceksin."...
28.02.08 , 14:47

18 Ocak 2008 Cuma

-di'li gelecek "zaman"

bilinmeyen bir zamanda, bilinmeyen bir yerde Hypnos'un peri kızları uyku tozlarını bıraktıklarında boşluğa, yerçekimi tersine işlemiş ve böylece gökyüzü gözlerini kapamış. Zaman, istese de becerememiş durmayı fakat elinden geldiğince "ağır" işlemiş, gökyüzünün son bakışını buharlaştırırken anbean. Düşen su seviyesi usulca oturtmuş sandalı. Zaman varlığının izlerini nakşetmiş ona çizgi çizgi. Sandalın canhıraş çığlıkları yükselmiş arşa; bilinmeyen bir zamandan o "an"a bir isyan tümcelenmiş: "Uyan! Zaman geldi."...
19.01.08 , 01:37

not: görsel Sedat Telçeken'e aittir.