31 Ekim 2007 Çarşamba

öteki-beriki-başkası

ötekinin gidişinden çok kendisinden götürdüğünün arkasından bakakalmıştır beriki. Şimdiden kulağına çalınmaya başlamıştır onun boşluğunda tümcelerinin yankıları ona dair lakin devrik... Yankıların devinimine karşın nihilist bir tavırla tekrar var etmeye kalkışmıştır gideni sağır olmamak adına. Ötekinin bıraktığı gerçeği idrak edebilmesi için uyandırılmalıdır süregelen bu dipsiz sanrıdan. Ne yazık ki mavi hapa ötekinin boşluğunu doldurabilecek olan başkası sahiptir. Cesaret edip bir kere inandırdığında kendini senden gidene , içindesindir artık gerçek-sanrı kısır döngüsünün...
01.11.07 , 02:15

not: görsel Ersin Karabulut'a aittir.

24 Ekim 2007 Çarşamba

g-öl-ge

numarasız çıkmaz sokaklardan birisinde uyandım yeniden. Yüzümü duvara dönüp usulca yerdeki tümcelerimi toplamaya koyuldum yenilerini yapabilmek adına. Benliğimden düşmeden önce kırılgan da olsa bir bütünlük içindeydiler. İşim bittiğinde birkaç harften başka bir şey kalmadı. Kafamı kaldırdığımda farkettim gölgemin olması gerekenden daha küçük olduğunu. O an anladım: Hayallerimin onu küçülttüğünü ya da büyümesine hiç izin vermediğini... Aniden gölgemin yanında bir şey beliriverdi: Daha koyu ve kararlı bir karaltı... Ne ses ne de sıcaklık sadece keskin barut kokusu hakim oldu geçici bir süre algıma. Kokunun hükümdarlığı süresince son kez baktım gölgeme "an"ın donmasını umut ederek. Sonrasında ne o karaltı ne de gölgem vardı duvarda. Sokak lambası gözümü alana dek farkedemedim elimdeki sıcaklığı. Avucumu açtığımda birkaç harf düştü serbestçe elimde izlerini bırakarak. Artık gölgemin görevini üstlenip beni takip edecek , avucuma bakıp tekrarladığım uğursuz bir ninni dolanmıştı dilime "Keşke..." diye başlayan...
01.10.07 , 01:50

deli etiketi

5n ve 1k dan sadece "k" nın cevabını verebilirsin içindeki isyana kapılırken. Gün geçtikçe bireyselleşen dünyada ve hemen hemen her şeyde olduğu gibi buna da kayıtsız kalan toplumlarda aslında isyankarlıktır sevmek; sevgili olmak. İlk başta seni; beni; herkesi bireyselleştirerek içinde sindirmeye çalışan sistemde başka birisiyle en önemli olduğunu düşündüğün şeylerden birisi olan sevgini paylaşmak ipe götürür adamı, eğer sevgilileri "aşık" olarak nitelendirmeyip "deli" yerine koymazsak. "Deli gibi aşık olmak" demek hoşuna gider insanların çünkü yapamadıklarını yapan kişilerin aslında kendilerinden hiçbir farkı olmadığı düşüncesi çok ağırdır onlar için, ki o zaman sorgulamaları gereken benlikleriyle karşılaşacaklardır. "Onlar"a göre sadece deliler olmadık yerde birbirlerine sarılabilirler; öpüşebilirler ya da yaşlarından beklenmedik tutumlar sergilerler: Salıncakta sallanmak çocuklara nazire yaparcasına, saatlerce elele yürümek gibi. Öte yandan "onlar"ın ne dediklerini umursamadan "deliler" bildiğini okumanın ve aynı şeyi sevmeye değer gördüğü başka bir "birey"le eş zamanlı yapmanın tadını çıkarmaktadırlar, üstlerindeki "deli" etiketlerine bakıp gülerken...
13.01.07 , 19:22

afiyet olsun!

insan ağlıyor dünyaya gelir gelmez. İlk etapta olumsuz bir başlangıçmış gibi görünse de sadece önyargılarımızdan kaynaklanan koca bir yanılsamadan ibaret bu durum. Bilindiği üzere milyonlarca sperm arasından insan olma şansına erişmiş olan bizler için aslında başarıyla birlikte dünyaya geldiğimiz söylenebilir. Bunu söyleyemememiz ise tamamen kendimizi önyargılarımızla sınırlayarak "an"ları kaçırmamızdır. Biz başarıyı tadarak gelmişken neden geri kalan "an"ları tatmaktan korkarız ki? Ancak iyi kötü ne varsa tadarak yakalayabiliriz "an"ları. Kahkahayı, sevgiyi, sevmeyi tadarken; acıyı, yalnızlığı, çaresizliği de tadarak hazmedebiliyorsak ancak o zaman "Yaşıyorum!" diyebiliriz. Araştırmalara göre tatlı yerken üçüncü lokmadan sonra algıladığımız tat olağanlaşmaktadır. Daha sonra algılanan her lokmanın hayatınızda kaçırdığınız "an"lar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü biz tatlı tatmayı sadece ilk üç lokma ile sınırlandırıyoruz. Bu yüzden hayatımızda da sadece güzellikleri hatırlıyoruz. Bir insanın yalnızlığı tadabildiğini düşünelim. İçinde bulunduğu durumdan yakınmak yerine dersler çıkarmasına yardımcı olacaktır bu anlayış. Böylece daha güçlü olacaktır yalnızlığa karşı tadabilmesinden kaynaklanan bağışıklık sayesinde. Hayat adına gerçekten tadabildiğimiz her şey bizi güçlendiren birer antibiyotik olacaktır ki böylece ölümü de tatmaktan korkmayacağız. Başarıyı tadarak nefes almaya başlayan bizler ölümü de tadabilmeyi başarabilirsek hayatın hakkını verdiğimiz söylenebilir. "An"ı dolayısıyla yaşamı tadabilmeniz dileğiyle. Afiyet olsun!...
11.12.06 , 03:17

siyah ve beyaz

şişemde gökyüzü var bu sefer. Gecenin karanlığında şişeyi içindeki yıldızlar sayesinde ayırt edebiliyorum. Yıldızlar genzimi yakarak geçip karanlığımda boğulurken sadece siyah ve beyazdan oluşmasını isterdim görüşümün. O zaman aldanmazdım belki insanların renkli(!), albenili kişiliklerine. Belki bir köpekmiş gibi davranmak gerekiyor renklerin arasında boğulmamak için. Sadece iki uç nokta mı olmalı insanları nitelendiren? Siyah ve beyaz... Renklerinizi algılamasına izin verirseniz karşınızdakinin bukalemunu özendiren renk adaptasyonuna şahit oluyor algınız. Boya küpüne girip çıkar gibi kolay renk değiştirebiliyor bazıları. Evrimin insan için maymun yerine bukalemunu kaftan olarak seçtiğinin kanıtı olanlar karşısında istemeden de olsa diğer renklerden vazgeçip sadece siyah ve beyaz istiyorum dünyayı bir daha gece içmemek için...
05.06.06 , 17:10

yara bandı

aitlik: bir şeye dahil olduğunu bilme veya bir şeyin kendi parçan olduğunu hissetme huzuru... Öyle bir huzurdur ki yalnız ilintili olduğu her ne ise onunla aranızdaki bağ incelinceye kadar ondan bihabersinizdir. O bölgeye ilk yardım metodlarınızı uygulayana dek rahat edemezsiniz. İşiniz bittiğindeyse bir dahaki incelmeye kadar yara bandınızın o bölgeyi her şeyden koruyacağından eminsinizdir. İç huzuru size getiren bütün bu süreç koca bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Bağın kopma noktasına gelmesinin asıl nedeni siz olmasanız da son andaki canhıraş çabalarınızla amatör bir cerrahtan öteye gidememişsinizdir, zihninizdeki iç rahatlatıcı neşteri sorgulamaksızın sallarken. Yara bantlarınızın büyüklüğü ise kopardığınız parçaya eşdeğerdir. Size minnettarım ki yarabantlarınızdır beni özüme yaklaştıran...
29.05.06 , 03:47

...__--...----.....___...

bir kriptografın elinden çıkmış gibi kaderim. Nokta ve çizgi vuruşlarından ibaret kaderin sorgulanamaz dokunuşları... Bazen istemesem de geçiyorum nokta veya çizgilerin üzerinden. Benliğimi tamamen özgür bırakabildiğim yerler ise: Sadece nokta ve çizgiler arasındaki boşluklar. Seninle bilmem kaçıncı boşlukta kendimi ararken karşılaşmak yerine kriptografımın seni gözardı edemeyeceğim kadar belirgin bir nokta olarak önüme koymuş olmasını dilerdim. Belki o zaman öncemin sonu, sonramın başlangıcı olabilirdin...
05.04.06 , 14:06

canyeleği

elleri gidip gelirken kızının saçında bir annenin sevgi ve özenle örülmüş bir örgüye benzer her ilişki. Örgüdeki her saç kadar dayanıksızdır lakin örgü kadar bütünseldir ki insanda olan her şeyi içerir: Sevgi, kıskançlık, nefret,... An gelir harmonisi bozulursa örgünün yağmurda ıslanınca, tel tel olup dağılır düşünceler, duygular. Bir bütünlük ve varlık belirtisi göstermekten uzaklaşır örgü. Hz.Nuh zannedersin kendini yağmur tufana dönüşürken beyninde. Geçmesini beklersin sakin bir şekilde, gemiden düşene kadar şüphelerin. Şimdi lanet yağdırmaya başlamışsındır olup biten her şeye. Boğuşurken boyunu aşan dalgalarla, sesini duymasını istersin herhangi birisinin. Sadece duymasını... Ve duyulmuşçasına melekler gökyüzünde oyun oynarlarken üç maymundan bihaber, yaramaz bir melek bir yıldız düşürür eteğinden suya. Ardından suya değen yıldız kozmik bir ışımayla dönüşüverir canyeleğine. Tutunursun sıkıca rahat nefes alabilmenin verdiği kuvvetle. Şimdi canyeleğin ve benliğin vardır yanında koca tufanda. Sular çekilip yerçekiminin etkisini hissettiğinde anlamışsındır canyeleğinin yalnızlığın olduğunu. Zaman ayarlı bir ritimle atmaya başlayan kalbin ilk damlayı pompalamaya başladığından beri seninledir aslında aynı canyeleği. Yalnız tufanlarında görebilmeni istemiştir beynin o kadar. Zaten üstünde olanı giydiğini sanmanı sağlayan halüsinasyonu doğrulamak kadar basittir beyninin işi. Ve sen her seferinde semadan sana bahşedilen en güzel yıldızdan kaçıyorsun üstüne düşmekteymiş gibi...
04.04.06 , 00:50

fasülyeden merdiven

parçalanmış ruhumdan bir merdiven yapıyorum göğün bilinmeyen yerlerine uzanabilen sihirli fasülyeler misali. Farklı bir heyecanla başladığım bu oluşta diğerleri gibi bir sis kümesinde kayboldu istemeden. Gözyaşlarımın aksinde birleştirirken parçalarını ruhumun, yeniden dönebilmek için bıraktığım yerine hayatımın(!); farkettim ki en büyük parçamı almış benden şimdi insanüstü bir çabayla benden uzaklaşan hücre yığınları. Ki o parça sahipti bütün samimiyetime; ki o samimiyetti göğün bilinmeyen yerlerine ulaştığında yoğunlaşıp olacaktı bir yağmur bulutu; ki o yağmur bulutu ulaştıracaktı samimiyet damlacıklarını toprağa; ki o toprak -bire bin vermiş- karşılık verecekti kuşkusuz ruhuma. Yeniden doğacaktım belki bir yaprakta, çicekte ya da ağaçta. Farklı ısıtacaktı güneş benliğimi. En büyük parçamın eksikliğini duymam bu yüzdendir ki sadece yaşamak istiyorum eksik olsa da bir yanım onu bulmak için...
05.12.05 , 11:48

23 Ekim 2007 Salı

döngü

özleme özlem duymak... Bazı şeyler düşüncelerimi bazense ruhumu o kadar meşgul ediyor ki yeni bir algıyı reddediyorum çoğu zaman istemsiz. Özgürlüklerini kaybediyor yavaş yavaş düşüncelerim dolayısıyla hareketlerim. Öyle ki rutin sıfatı bile yetersiz kalıyor nitelemek için. Sadece özleme yeniden özlem duyuyor yani özlemin hasretini çekiyorum. Bu hasret muhtelemen ruhumu daha çok yoracak; lakin içimde yeniden reddetmek zorunda kaldığım algıyı en azından bana kazandıracaktır. Böylece ruhum okyanus gibi nerede başladığı belli ama sonu görünmeyen bir hal alacaktır. Ne yazık ki başladığı nokta ise özleme olan özlemde gizli sanki...
18.11.05 , 00:22

reset

zihnimde önyargılarımdan oluşan bir rende ile yaşıyorum herkes gibi. Neden her seferinde karşılaştığım her ne ise onu bilinçaltımdaki benzeri ile karşılaştırıyorum? İnsanları önyargılı kılan da bu kıyaslama değil midir? Ve her kıyaslamadan sonra rendeyi kullanıyorum ilkine banzetmek için. Ne kadar benzerse o kadar mutlu oluyorum sanki. Bazen ilk modele tıpatıp benziyor ama bazense ortaya çıkan şey beni o kadar ürkütüyor ki. Ne modele ne de ilk şekle benzemektense hiç kabul edemeyeceğim hallere sokuyorum önyargım sayesinde(!). Karşılaştığım her şeyi benzeri ile kıyaslama hastalığından kurtulamadığım sürece hiçbir zaman için gerçek sevgi; gerçek günbatımı ya da başına "gerçek" ibaresini getirebileceğim hiçbir şey olmayacak benim için. Her şeyin sadece benzeri varolacak hayatımda ve bu yüzden de benim hayatımda bir benzeri olacak bir başkasınınkinin. İstediğim zor, hatta imkansız belki de: Keşke her istediğim an algılayabildiğim her ne ise onu salt olarak algılayabilmek için "reset"leyebilseydim bilincimi dolayısıyla önyargılarımı...
13.11.05 , 18:26

ego meydanı

bir oyun gibi sevmek... Oynamaktan bıkılmayacak, kaybetmekten sıkılmayacak kadar güzel gelen insana. Bu oyunu cazip kılan ise: İnsanın başkalaşıp kendinden uzaklaşması ve kendinden uzakta kendine daha rahat bakabilmesi, kendini anlama çabası içine girebilmesi. Tabi ki diğer oyuncu ya da oyuncuların yardımıyla oyunun devam edebilmesi için en önemli kural ise: Oyun bitene kadar perde arkasına geçmemek; lakin doğuştan gelen merakına hemen hemen her seferinde yenik düşen insanoğlu bunu da merak olmaktan çıkarmayı bilmiştir. Perde kalkmış ve büyü bozulmuştur onun için. Büyüyü bozansa perde arkasında gizlenen diğer oyuncu ya da oyuncuların egoları ve kendi egosudur. Bundan çıkan acı gerçek oyunun bitmesi için yeterli ve gerekli şartı tek başına sağlayacaktır: Hiç kimse hiç kimseyi gerçekten sevemez...
28.10.05 , 02:06

kesik piramit

sımsıkı tutuyorum; avucumda hissediyorum beslediğim umudun gerçekleşeceği anı. Bir piramitin son tuğlası gibi... İçimdeki umudun yalnızlığımı yırtacağı anda beliriyor bir olay, kişi, belki de sadece benim orada olan. Ama kesin olan şu ki: Her ne ise hiç tereddüt etmiyor en alttaki tuğlayı çekerken. "Yapma!" diyecek oluyorum; bana gülümsüyor. Kalkan tozla beraber belirsizlik yumağı kaplıyor yalnızlığımı. Ve sonra sessizlik... Bir an sadece bir an değiştirebiliyor insan hayata bakışını. Yıkılan piramitin sonrasında yeniden aynı tuğlaların altına girmek zor geliyor insana. Yeniden dizmesi gerekiyor tek tek ve özenle diğerlerinde olduğu gibi ama bu devinim yıpratıyor insanı. Her ne kadar yeniden başlarsa başlasın değişmeyen tek şey: Sonunda elinde kalan ve başından beri kalmakta olan son tuğla. Ben daha tek tuğlayla nasıl piramit yapılacağını öğrenmedim ki! Bir gün dayanamayıp o tek tuğlayı yontmaya çalışmaktan o kadar korkuyorum ki...
08.10.05 , 00:18

X&Y

mutlu kılabilr mi insanı onu rahatsız eden her ne ise kendinden uzaktaki birisiyle paylaşmak? Bir nevi ötelemek belki; kaçmak belki de tamamen... Pes etmiş sayılır mı hayat denen rakibi karşısında? Labirente benzeyen ve hiç çözülemezmiş gibi her köşe başından sonra yeni bir koridora dönüşen hayat denkleminde sorunu çözümsüz bırakıp kenarda mola vermek her X ve Y nin hakkı değil mi?...
25.09.05 , 13:05

sonu belli koşu

hayat dedikleri boşluk sürüklüyor bedenimi. Kah koşturuyor kah yürütüyor. Kimseye bakmak istemiyorum ki bu yüzdendir başımın önden gitmesi. Hiçbir şey istemiyorum sürüklenirken bazen dirensem de. Yalnızlığı bile... Ondan bile uzakta olmak... Gölgemin bile gerisinden sürükleniyor bedenimle eş zamanlı. O ki: Daha bir zigotken kapsamış beni. Beni ben yapmış. Sadece yüzümde derin uçurumlar oluşturarak akan benliğime basarak yürümek istemiyorum. Ona oyun oynamak istemiyorum artık iyimser tavırlar takınarak. Gelmesin artık geriden! Hayat durdursun bedenimi ve yakalasın ruhum bedenimi kaçınılmaz soğukluk hücrelerime yayılırken...
23.09.05 , 21:14

kirli camımdan

yanlız ve sessiz çığlığıma yağıyor yağmur
yine algımı bozuyor
damlalarla dolu camdan olup biteni anlamaya çalışırken
belki sadece yağıyor çoğu kişi için
yıkıyor ruhumu
yeniliyor düşüncelerimi saflığında gezindirerek
nitekim o da bıkmış olmalı
ne yapabilirim ki?
nasıl engelleyebilirim zihnimin kirlenmesini?
herkesin olduğu gibi benim de vardı duvarım beni çevreleyen
sadece ufak bir delikten gözlüyordum herşeyi
insanları ve onlara ait olanları; düşünceyi, aşkı, nefreti,...
soyut her ne varsa
zaten somut olan ne kadar korkutabilir ki beni?
ne kadar acıtabilir ki ruhumu?
sadece belirli bir yere kadar
somut ile soyut arasında gidip gelirken
yıktım teker teker tuğlalarını duvarımın
ve özgür kılmaya çalıştım düşüncelerimi, hislerimi,...
beni ben yapan
bende asıl olan şeyleri
bu seferde korumasız kaldılar
kirletilmeye çalışıldılar
onlar da bıktı çoğu zaman yağmur gibi
geri dönmek istediler yalvarırcasına
ama geride ne bir duvar kalmıştı ne de bir tuğla
yavaş yavaş alışmaya başladılar kirletilmeye
ve her yağmurdan sonra temizlenip yeniden doğmaya
artık sıkılmıyorlardı çünkü biliyorlardı
yağmurun saflığına onunla yoğrularak ulaşabileceklerini
algıdan nefret ediyorum
biçare bırakıyor düşüncelerimi
onların istediklerini
biliyorum ki her ne yerde yağarsa yağsın hissedebildiğimde onu
ancak o zaman saflaşabilecek düşüncelerim onun gibi
akabilecekler o an yağmur damlaları gibi sonsuz boşluktan
hiç şüphe yok ki gerçekleştiremeyeceğim gizli tutkumu
yine de çabalayacağım duvarlarına inat insanların
sonsuzluğumun başlangıcı ruhumu kavrayana kadar...
08.05.05 , 01:13

balon

bir balonum vardı
içine çocukluk hayallerimi üflediğim
bozuk paralarımı, akide şekerlerimi sakladığım
kimsenin bilmediği
kendime bile söylemekten korktuğum bir yerdeydi
çıkarırdım geceleri el ayak çekilince
sevinçlerimi de alırdı içine dertlerimi de
rengini hatırlayamıyorum
hiçbir zaman buluşmadık ki ışık altında
ya da şavkında
şimdi balonlarım var rengarenk
herbiri albenili
albenisine kapılıp hayallerimi üflediğimde, derdimi anlattığımda
soluyorlar birer birer
ya da uçuyorlar sonsuz maviye elimden
üfleyeceğim ömrüm yettiğince
ta ki "Bir balonum var." diyene dek...
02.12.04